2015 Aralık ayında gerçekleştirdiğimiz Asya gezimizin ikinci yarısını Kuzey Tayland’a ayırdık. Gezimizin ilk yarısına ait...
Anı yaşamıyorsak neyi yaşıyoruz?
Cemal BüyükgökçesuÜstteki görsel kaçımızın hayatını özetliyor? Dürüst olalım.
Taşınabilir teknolojilerin hayatımızın bu denli içine girdiği hiçbir dönem olmadı insanlık tarihinde. Örneğin Japonya’da satılan cep telefonlarının yüzde 90’ı suya karşı dayanıklı, çünkü Japon gençler telefonlarını duş alırken bile yanlarında istiyor. Bir başka ilginç bilgi: Şu anda bu yazıyı okuyan her 100 kişiden 72’sinin günün 24 saati istediği anda internete erişebileceğini biliyor muydunuz? Mobil cihazlar işte bunu mümkün kılıyor.
Yoksa siz de mi nomofobiksiniz?
Bu örnekleri durmaksızın sıralayabiliriz. Mobil cihazlara öylesine bağlıyız ki her 2 kişiden 1’i mobil cihazının pilinin bitmesinden, bozulmasından ve mobil cihazından mahrum kalmaktan çok korkuyor. Hatta bu korkuya bir isim bile vermişler: Nomophobia. Yoksa siz de mi nomofobiksiniz? Hadi canım.
İşte böylesine bir mobil gerçekliğin içerisindeyiz ve bu mobil devrimin yaşam biçimimize etkisi oldukça fazla. Öylesine ki… Bir sonraki görsele bakalım.
Bu gördüğünüz 15 metre uzunluğunda ve 41 ton ağırlığında bir “kambur balina”. Dünyanın en etkileyici canlılarından biri. Her yıl üremek için 20.000 milin üzerinde bir mesafe katediyorlar. Bu muhteşem canlının soyu tükenme riski ile karşı karşıya ve 1966’dan beri koruma altına alınmış.
Siz hiç kambur balina gördünüz mü?
Bu güzel hayvanı doğal ortamında görebildiyseniz çok şanslısınız. Üstteki görseldeki arkadaş da bu şanslı insanlardan biri – veya biri olabilecekti. Ancak “anı yaşamaktan” öylesine uzak ki. Diyelim ki bir saniye için bile olsa telefonundan başını kaldırdı ve bu mucizevi doğa olayını yakaladı. Sizce ne yapardı?
Veya şöyle sorayım soruyu. Aynı durumda siz olsaydınız ve bu “kambur balina”yı görseydiniz ilk tepkiniz ne olurdu?
Ben söyleyeyim.
Telefonunuzun kamerasını açardınız, ekrandan bu güzel hayvanı birkaç milisaniye içinde inceleyip fotoğrafını çekerdiniz. Ve bu “özel anın” kalanında fotoğrafı ya Facebook’a ya da Instagram’a yükleyip gelen “like”ları kontrol ederdiniz. Ederdik. Zira malesef ben de böyle davranıyorum çoğu zaman.
Üstteki fotoğrafı Machu Picchu‘da (Peru) çektim. Hem de tam 4 gün kilometrelerce yürüyüp, çadırlarda uyuyup, çok büyük bir motivasyonla buraya ulaşmayı bekledikten sonra (maceranın detayını buradan okuyabilirsiniz)…
Beni en çok üzen ne biliyor musunuz? Bu fotoğrafı dünyanın 7 harikasından biri olan Machu Picchu’ya malesef doya doya bakmadan, anı yaşamadan çektim.
Kan ter içerisinde buraya ulaştıktan sonra yaptığım ilk hareket telefonumu çıkartıp Foursquare’de check-in olmak ve ardından anı fotoğraflamak oldu. Yaşamadan.
Ne yaptım biliyor musunuz? Anı öteledim, hem de çok çok uzaklara.
Anı yaşamıyorsak neyi yaşıyoruz?
Bir daha düşünelim. Kaçımız için güzel bir yere vardığımızda check-in olup sosyal mecralarda paylaşmak, anı yaşamaktan önce geliyor? Tanıdık geldi değil mi?
Şimdi yazdığım blog yazılarını okuyorum, çektiğim yüzlerce birbirinden güzel fotoğrafı inceliyorum. Ötelediğim anları yaşamaya çalışıyorum. Ama “anı o anda yaşamadıktan sonra” ne anlamı var seyahat etmenin, bir şeyleri keşfetmenin, değil mi?
Daha da iddialı konuşayım. Anı yaşamıyorsak neyi yaşıyoruz? Ötelediğimiz anları yaşamanın hazzı, anın kendisinin hissettirdiklerinden daha mı fazla?
Hiç sanmıyorum.
Bu yazıyı niçin yazdım peki?
Bu yazıyı okuduktan sonra bir deney yapalım istiyorum.
Bundan sonra gitmek istediğimiz ilk yere vardığımızda, veya yeni bir şeyi ilk defa keşfettiğimizde, telefonumuzu, kameramızı, dijital olan her şeyi bir kenara bırakalım. Sadece 5 duyumuzla o anı yaşamaya çalışalım.
Bırakalım bu defa çektiğimiz bir fotoğraf olmasın. Bırakalım Facebook duvarımıza bakan biri bizim “o anın içerisinde olduğumuzu” bilmesin. “O anda” sadece biz olalım bir defalık.
Bu bize mutluluk vermezse bir şey kaybetmeyiz, en azından kendimizi daha iyi tanımış oluruz. Ama ya daha mutlu olursak “anı yaşayarak”?
Denemeye değmez mi?