2015 Aralık ayında gerçekleştirdiğimiz Asya gezimizin ikinci yarısını Kuzey Tayland’a ayırdık. Gezimizin ilk yarısına ait...
Nostalji
Cemal BüyükgökçesuBizim çocukluğumuzda televizyon siyah beyazdı, açık hava sinemasına giderdik haftasonları, yediğimiz sebze-meyveler bahçemizdendi… demeyeceğim, çünkü bunların hiçbirisi yoktu ben çocukken. 1985 doğumluyum; ama bu, bizim neslimizin nostalji yapamayacağı anlamına gelmiyor.
Küçükken, çok küçükken, hatta ilkokula bile gitmiyorken evlere su sipariş etme lüksü yoktu. Musluk suları temiz akardı diyebilecek kadar da eskilerden değilim. Babamla haftasonları arabaya boş su şişelerini yükleyip Karakulak denen bir yere giderdik Beykoz’da, orada çeşmeden akan su temiz ve güzeldi çünkü.
Eskiden, mesela, yerli malı haftası kutlanırdı ilkokulda. Özel Parmak Çocuk İlkokuluna giderdim kardeşimle (şimdi bazı “öğretmenlerimiz” rahmetli oldular, Parmak Çocuk da aynı şekilde… Binayı yıktılar ve hastane otoparkı yaptılar.), yerli malı haftası şenlik gibi geçerdi. Serbest kıyafetle okula gitmek büyük olaydı çünkü. Hele bir de herkesin evinden getirdiği “yerli malı” yiyecek-içecekleri arkadaşlarıyla paylaşması vardı, paylaşmanın keyfi diye bir şey vardı o zamanlar.
Eskiden tasolar vardı mesela. İlkokul çıkışı evin altındaki bakkaldan cips almak kural gibiydi, çünkü içinden taso çıkardı. Süperinden, megasından, hatta “televizyonlu” taso bile çıkardı şanslıysak. En değerli tasosu olanların havası başkaydı çünkü sınıfta.
Bir de kağıttan top yapmak vardı. Boş kağıtları buruşturup etrafını selabantla birkaç tur sardık mı meşin toptan güzel olurdu. Sıra altlarını kale yapardık. Haa, bir de 9 aylık diye bir oyun vardı, onu oynardık küçükken ne zaman top bulsak. En az sektiren kaleye geçerdi, çünkü top sektirmek iyi futbol oynadığının göstergesiydi ve en kötü topçular kaleci olmalıydı.
Eskiden doğum günü partileri vardı. Doğum günü olan arkadaşın evinde toplanırdık sınıfça. Partiyi “ekmek” denen bir şey yoktu. Herkes gelirdi, doğum günleri önemli şeylerdi. Bazen öğretmenlerimiz bile orada olurdu çünkü. Hep beraber mini pizzaları ve pastaları yiyip kamışlı meyve suyumuzu içtikten sonra ev içerisinde top oynayacak uygun koridor veya ateri/geymboy arayışına çıkardık.
Tabi, eskiden ateri ve geymboy vardı bilgisayar ve Play Station yerine. Tetris’te 100.000 üzerinde puan yapınca füze havalanırdı. Hatta füzeyi uçurunca yeni bir oyun “açılacağı” söylentileri dolaşırdı. O yüzden Tetris’i ne hayallerle oynardık rekor kırınca Mario’ya dönüşecek sanaraktan…
Eskiden “yabadabadü” vardı. Çakmaktaş, Moloztaş aileleri hayatımızın parçasıydı. Edi Büdü vardı eskiden, herkes ediyi severdi ama ben büdücüydüm mesela. Ediden çektiklerine üzülürdüm. Minikkuşu çok sevmezdim, ama aralardaki sayı oyunlarına bayılırdım. Ha bir de “dağdan geliyor bir kız döne döne” vardı, hala melodisi aklımda, onu da çok severdim. Susam Sokağı vardı yani eskiden.
Eskiden Yalan Rüzgarı vardı. Annem izlerdi. Ama ben de, dizideki nerdeyse tüm isimleri ezbere bilirdim. Dizinin müziği efsaneydi. Bizim çocukluğumuzu tek bir şeyle özetle deseler, Yalan Rüzgarı’nın müziği derim. Bugün 20-30 yaş arasındakilerin müziğidir o çünkü. Eğer siz de bizdenseniz çoktan içinizden mırıldanmaya başlamışsınızdır melodisini.
Eskiden Tenten vardı. Enid Blyton kitapları vardı, bayılırdım. Bir de sayfadan sayfaya atladığımız bilimkurgu kitapları vardı. Yaptığımız seçimlere göre kitap biterdi, biz de baştan başlardık okumaya yeni seçimlerle. Taa ki en iyi sonla bitirene kadar. Bizim zamanımızda pes etmek diye bir şey yoktu çünkü. Kavga ederdik ilkokul koridorlarında, ama ertesi gün yeniden en iyi arkadaşlar olurduk, sonra yeniden kavga ederdik, yorulurduk, ama pes etmezdik…